Allah'ın Selamı, Rahmeti ve Bereketi Hidayete Tabi Olan Kullarının Üzerine Olsun...
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Allah'ın Selamı, Rahmeti ve Bereketi Hidayete Tabi Olan Kullarının Üzerine Olsun...

İSLAMİ BİLGİ PAYLAŞIM SİTESİ
 
AnasayfaLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap
Rahmet Forum Son Konular
Konu Yazan GöndermeTarihi
star
starPaz 28 Ekim 2012, 12:04
star
starÇarş. 14 Eyl. 2011, 21:58
star
starSalı 13 Eyl. 2011, 18:41
star
starSalı 06 Eyl. 2011, 19:48
star
starSalı 06 Eyl. 2011, 19:15
star
starSalı 06 Eyl. 2011, 19:02
star
starPtsi 05 Eyl. 2011, 22:51
star
starPaz 04 Eyl. 2011, 13:51
star
starCuma 02 Eyl. 2011, 16:06
star
starCuma 02 Eyl. 2011, 15:45
Similar topics
  • » TASAVVUFUN MÜSLÜMANLAR ÜZERİNDEKİ KÖTÜ SONUÇLARI

  • ŞİİLİKLE TASAVVUFUN ORTAK YÖNLERİ

    Önceki başlık Sonraki başlık Aşağa gitmek
    Yazar Mesaj
    e-mir
    Admin
    Admin
    e-mir
    Yaş :
    Kayıt tarihi : 02/02/09
    Mesaj Sayısı : 1596
    Nerden :
    ŞİİLİKLE TASAVVUFUN ORTAK YÖNLERİ Vide
    http://www.rahmet.yetkin-forum.com
    MesajKonu: ŞİİLİKLE TASAVVUFUN ORTAK YÖNLERİ ŞİİLİKLE TASAVVUFUN ORTAK YÖNLERİ Icon_minitimeÇarş. 10 Şub. 2010, 00:25

    Tasavvuf akımlarına ve ġia mezhebinin gerçeklerine vakıf olan bir insan ikisinin yaklaşık olarak aynı kaynaktan kaynaklandığına, neticede aynı gayeyi güttüklerine ve her iki taraf mensuplarının taşıdığı inanç ve hükümlerin genelde ortak olduğuna şahit olur. İşte bunlardan bazıları:

    a- Özel ilimler iddiası:
    Şia'nın diğer müslümanlardan farklı olduğunu iddia ettiği şeylerin başında kendilerine mahsus ve diğer
    insanlarda bulunmıyan birtakım ilimlere sahip olduklarını söylemeleri gelmektedir. Bu ilimleri bazan Ali'ye nisbet ederler. Çünkü onlara göre Ali dinin sırlarına sahiptir ve diğer müslümanlara açmadığı bilgileri Peygamber ona açmıştır. Bazan Fatıma ve Ali'nin çocukları imamların ilimlerine sahip olduklarını, bu imamların gaybı bildiklerini, hata ve unutmaktan masum bulunduklarını,
    İslâm'ı imamların yolu dışında kimsenin anlıyamayacağını, Kur'ân sırlarının ve din hakikatinin sadece imamlarda bulunduğunu iddia ederler. Bazan da "Fatıma Kur'ân'ı" adını verdikleri özel bir Kur'ân'a sahip bulunduklarını ve bunun müslümanların elindeki Kur'ân'ın üç katı kadar
    olduğunu[1], bugün müslümanların elinde bulunan Kur'ân'dan onda bir tek harfin bulunmadığını ileri sürerler.

    Bazan da bütün ilimlerin içinde yazıldığını iddia ettikleri bir deri olan Cefr'e[2] sahip olduklarını iddia ederler.

    Bazan da sadece kendilerinin sahip olduğu ve başka hiçbir kimsede bulunmıyan dini bilgilere sahip olduklarını iddia ettikleri gibi, Kur'ân âyetlerinin gerçek tefsirine kendilerinin sahip olduklarını söylerler. Hatta yüce Allah'ın Muhammed'i tenzil (Kur'ân harfleri) ile Ali'yi de te'vil (yani tefsir) ile gönderdiğini ileri sürerler. [3]

    Tasavvufçular da aynı yolu izlemişlerdir. Başka insanlara karşı övündükleri ve dillerine doladıkları şeylerin başında, ancak kendilerinin muttali oldukları ve tarikata mensup olmıyan başka insanların elde edemiyeceği ledunnî birtakım bilgilere sahip olduklarını iddia etmeleri gelir. Diğer müslümanların, hatta ilimleri yanında bizzat peygamberlerin ilimlerini hor görürler. Mesela meşhurlarından Ebu Yezid el-Bistami şöyle diyor: "Peygamberlerin sahilinde bekledikleri bir denize daldık." Yine şöyle devam ediyor:"İlminizi ölülerden aldınız, biz ise ilmimizi ölmiyen diri (Allah)'dan aldık. Biriniz, falan bize filandan nakletti, der. Hani falan filan derseniz, öldü derler. Biz ise kalbim bana
    rabbimden nakletti, deriz."[4]

    Bu Ģekilde tasavvufçular kendilerinin keşf ve ledunni ilim sahibi olduklarını, peşlerinden gidenlerin onlardan alıp yararlandığını iddia ederler. Hatta şeyhten ledunni ilmi alması için müridin kalbini şeyhin kalbine bağladıklarını, şeyhin de ledunni ilimleri Rasûlullah'tan alması için müridin
    kalbini Rasûlullah'a bağladığını söylerler.[5]

    Tasavvufçular, Kur'ân ve hadisin batınî tevillerini özel ilimlerinin kaynağı yapmışlardır. Çünkü bazan bu te'vili Allah'tan aldıklarını, bazan melekten aldıklarını, bazan da ilham olduğunu iddia ederler. Aynı şekilde batın ilimlerini Kur'ân'daki mukattaa harflerin sırlarını bilmeye, yahut Hızır'dan almaya, hatta bazan doğrudan doğruya levhi mahfuzdan telakki etmeye nisbet ederler.

    Şia da imamları için aynı şeyleri iddia etmiştir. Onların gaybı bildiklerini, bilgileri dışında bir yaprak bile
    düşmediğini, ezelden ebede kadar bütün olayların bilgileri dahilinde meydana geldiğini iddia ederler. Tasavvufçular da aynı şeyleri kendileri için söylerler. Aktab ve Ebdal'in görevlerinin başında da bunların geldiği bilinmektedir. Bu şekilde batın ilmi konusunda şia akidesi ile tasavvuf akidesi ortak olmaktadır.

    Şia, imamları hakkında “unutmaz ve hata etmez” derler. Hak ederek, vehbi, ihtisas ve ictiba yolu ile elde ederek Allah nezdinde makamlara sahiptirler. Bu imamlar hakkında aşırılığa giderek bütün
    anlamlarıyla ilah kelimesinin taşıdığı mânâda ilahlar ve rabler sayarlar. Kainatın bütün zerrelerinde tasarruf ederler, dilediklerini cennete, dilediklerini de cehenneme sokarlar. İsmailiyye ve Nusayriyye'de olduğu gibi kimi Rafiziler Allah'ın ruhunun imamlara hulul ettiğini söylerler. Kimileri de onların mertebesini peygamberler ve bütün meleklerin mertebesinden üstün tutarlar. Mesela kitabında Humeyni şöyle der: "İmamlarımız öyle bir makamdadırlar ki ona ne mukarreb melek ne de gönderilen peygamber ulaşabilir. İmamlar bu kainat hakkında kararlar verirler."[6]

    Aynı inançları tasavvufçular almış ve veli dedikleri kişiler hakkında kullanmışlardır. Rafiziler imamlara uluhiyyet ve rububiyyet sıfatlarını giydirdiği gibi tasavvufçular da veli olduklarını iddia ettikleri kişilere uluhiyyet ve rububiyyet sıfatlarını giydirmişlerdir. Tepeden tırnağa kadar kainatta tasarruf ettiklerini,gaybı tümüyle bildiklerini, dünya işlerinden büyük küçük herşeyin bilgi ve iradeleri dahilinde olduğunu, makamlarına melekler ve peygamberlerin ulaşamadığını, aleminde Allah'ın vekilleri ve yaratıklarının işlerinde tasarruf sahibi oldukları, dilediklerini ateşe ve dilediklerini de cennete soktuklarını kabul ederler.[7]

    Rafıziler, imamet makamından sonra gelen ve onların vekilleri olan nakipler makamını kabul etmişlerse, tasavvufçular aynı inancı alarak veliyyi a'zam makamını kabul etmiş ve ona ğavs, kutup adını vermişlerdir. Bunu da üç kutup izler, onları da yedi ebdal, onları da yetmiş nuceba'
    izler ve bu silsile böyle devam eder. Bütün bunları şianın imam ve velileri için yaptıkları tertipten almışlardır. Bu şekilde imamet konusunda ġii itikad ile velayet konusunda tasavvufu inanç aynı çizgide birleşmektedir.

    Mukaddime'sinde İbn Haldun şöyle der: "Keşf ve duyarlar ötesinden söz eden müteahhir tasavvufçular bu işe çok dalmışlardır. Birçoğu hulul inancına sapmış ve duyular ötesi işlerde buna dalmışlardır. Yine birçokları hulul ve vahdet (vahdeti vücud) inancına gitmiştir. el-Makamat kitabında el-Herevi'nin yaptığı gibi, bu işlerle sayfalar doldurmuşlardır.

    İbn Arabi, İbn Seb'in ve onun talebesi İbn Ebi Vâsıl, sonra İbn el-Afif, İbn el-Farid ve en-Necm elİsrailî kasidelerinde onları izlemişlerdir. Bunların selefi (eskileri) de hulul ve imamların ilahlığına inanan müteahhir Rafıziler'den İsmailiyye (batınıyye) mensuplarına karışmışlardır. Her iki mezhep birbirine karışmış, sözleri ve inançları birbirine benzemiştir. Tasavvufçuların sözlerinde kutup inancı ortaya çıkmıştır ki ariflerin başı anlamındadır. Ölünceye kadar marifette kimsenin ona denk olamıyacağını iddia aderler. Ölünce makamına irfan ehlinden biri varis olur.

    İbn Sina İşarât kitabının tasavvuf bölümünde buna işaret etmiş ve şöyle demiştir:
    "Hak (Allah) öyle yücedir ki şeriatı ancak bir kişiye olur ve ona ancak bu bir kişiden sonra gelen bir kişi muttali olur." (Yani şeriatta söz sahibi herkes değil, bir kişi olur ve bu da imamın kendisidir.) Halbuki böyle bir söz ne akli bir delile, ne de şerî bir hüccete dayanır. Sadece ileri sürülen bir iddia ve lafızdır. Bu inanç Rafıziler'in, imamların verasetle olacaklarına dair inançlarının aynısıdır. Bu zümrenin Rafıziler'in inançlarını nasıl çaldıklarını ve benimsediklerini görüyorsunuz. Sonra şia'nın nakipler hakkındaki inancı gibi kutuptan sonra sıra ile ebdalın olduğunu söylüyorlar. Hatta tarikatlarına ve inançlarına temel yapmak için tasavvuf hırkasını Ali'ye giydirmeleri de bunun içindir. Yoksa ashab arasında Ali'nin elbisede veya Ģahıslarda kendine mahsus ne bir mezhebi, ne de bir tarikatı olmuĢtur.
    Belki Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer insanlar arasında Rasûlullah'tan sonra en zahid ve abid kiĢilerdir. Dinde de sadece kendilerine mahsus ve onlardan nakledilen hiçbir Ģey yoktur. Aksine bütün ashap dindarlıkta, zühd ve mücehedede örnektir.

    İsmailiyye fırkasının imamet konusundaki inançları ortaya çıkınca, Irak'ta tasavvufçular bunu onlardan iktibas ederek zahir ile batın arasında denge şeklinde kabul etmiş, imameti de ahlakta ve şeriata bağlılıkta yarışma saymışlardır. Şeriatta ihtilaf meydana gelmemesi [8] için bunu ayrı mütalaa etmişlerdir. Allah marifetini öğretmesi için de kutup inancını kabul etmişlerdir. Çünkü kutup ariflerin başıdır. Zahirde onu imama benzetmiş ve batında onun ayarında sayarak bu yetkiyi ona tanımışlardır. Marifetin ekseni saydıkları için ona kutup adını vermişlerdir. Benzerliğin tam olması için şia'daki nakiplere paralel; tasavvufçular ebdali kabul etmişlerdir. El-Fatımî konusunda söyledikleri ve önceki tasavvufçuların hakkında müsbet veya menfi bir sözü bulunmadığı halde, kitaplarını onun hakkında doldurmaları bunun şahididir. Bütün bunları
    şia'dan, Rafiziler'den ve kitaplarındaki bilgilerden
    almışlardır." [9]

    Bu şekilde İbn Haldun gizli ilim, velayet mertebeleri, hulul ve ittihad konusunda şia ile tasavvufun benzerliğini kaydetmektedir.

    Dr. Mustafa Kamil eş-Şeybi "es-Sılatu Beyne't-Tasavvuf ve't-Teşeyyu'" kitabında şöyle devam ediyor: Tasavvufa ismaili başka bir inanç daha girmiştir. O da nukaba (nakipler) inancıdır. Bunlar on iki adamdır. Huccece (huccetler) diye adlandırılır. İmamın varlığı veya yokluğunda daveti yayarlar. Bunlar mukaddestir ve sayıları sabittir. Bir zincirde yedi imamın sayısını desteklediği gibi alemin doğal yapısı da onları desteklemektedir.

    El-Makrizi, “iddialarına göre, bunların yeryüzüne dağıldıklarını ve yeryüzünü bunların idare ettiğini,
    sayılarının daima on iki olduğunu” belirtir.[10] Bu Ģekilde ilimde, davette ve ilahi destekte hüccet (ebdal) imama ortaktır.

    Ebdal ve kutup inancı buradan tasavvufa girmiştir. İşte İbn Arabi, Futuhatı Mekkiye'de İsmailiyye hakkında Makrizi'nin söylediğinin aynısını tasavvufçu olarak söylüyor. Mesela nakipler hakkında "Her zaman on iki nakiptirler. On iki burç sayısınca ne azalır, ne artarlar"[11] diyor.Tasavvufçuların kutsal saydıkları bu makamları İsmailiyye mezhebinden aldığını göstermeye İbn Arabi'nin tek bu sözü yeterlidir.

    Daha önce İbn Teymiyye, tasavvufçuların bu terimleri ve isimleri İsmailiyye mezhebinden aldıklarını belirterek bu isimlerin Rasûlullah'tan gelen isimler olmadığını söyler. İbn Haldun da, bilhassa İbn Arabi olmak üzere İbn Kıssî, Abdulhak İbn Sebîn ve onun öğrencisi İbn Ebi Vasıl gibi tasavvufçuların kutup, ebdal ve nakipler inancını İsmailiyye fırkasından aldıklarını belirtir. [12]

    Ebu Muaz Seyfullah Erdoğmuş, EHLİ SÜNNET VE ON İKİ İMAM, shf.94 vd.

    1-el-Hâc Mirza el-Hâirî el-Ahkâfî, ed-Din Beyne'Ģ-Sâil ve'l-Mucîb(89)
    2-Birtakım müslümanların cifir hesabı dedikleri ve ona dayanarak bazı hesaplar yaptıkları bu cefr'dir. Şia'nın saçma bir anlayışı olduğu görülmektedir.
    3-en-Nevbahtî, Firaku'ş-şia, 38,
    4-Bakınız, et-Tasavvufu'l-İslâmî, 77
    5-Günümüzde de birtakım tarikat mensuplarının yaptıkları rabıta bundan başka bir şey değildir.
    6-Bakınız, Ayetullah el-Humeynî, el-Hukumetu'l-İslamiyye, 54. Humeyni'den önce Kazımeyni-i Burucerdi'nin yazdığı Cevahiru'l-Velaye, kitabında bu ifadelerin yeraldığı görülmektedir. İrşad-ı
    Deylemî kitabı bunları nakletmektedir. Şu sözlere bakalım:
    "Rıza semaya buyurdu: Kıyamet günü âhir zaman peygamberinin ve masum imamlar olan onun çocuklarının şefaatine muhtaç olmıyacak melek-i mukarrab ya da peygamber-i mürsel veya
    mümin kalmıyacak. Dünyada nebilerin çoğu, güçlük ve sıkıntıda peygambere ve onun ehli beytine tevessül arayıp onları şefaatçı olarak benimsiyorlar, sıkıntılardan kurtuluyor, hacetlerine nail
    oluyorlardı. "Bkz. Ali Şeriati, Ali Şia'sı Safevi Şia'sı, 150, terc. Feyzullah Artinli, Yöneliş, 1990, İst. "Bu delil, imamların enbiya-ı ululazmdan daha üstün olduğunu açıkça gösterir." Age. 148.
    7-Ahmed Dede, et-Tuhfetu'l-Behiyye fi't-Tarikati'l-Mevleviyye, kitabından Celaleddin er-Rûmi'ye dair bazı örnekler verelim:
    "Bugün cennete gitmek onun rızasına ve cehenneme girmek de onun gazabına bağlıdır." S. 29. Yine üzerine türbe yapılmasını ve kubbesinin yükseltilmesini tavsiye ederek şöyle demiştir:
    "Kubbemi uzaktan görüp bana fatiha okuyana kıyamet günü şefaat ederim ve onu cennete koyarım." S. 56. Yine şöyle der:"Yedi yaşında sabah namazı kılıyor ve Kevser Sûresi'ni okuyup ağlıyordum. O anda Allah bana tecelli etti ve aklım başımdan gitti.Aklım başıma geldiğinde gaybtan bir ses bana: "Ey Celaleddin! Seni müşahade makamında kıldım, bugünden sonra senden mücahede istemiyorum" dedi. S. 37. Yine, "Şüphesiz Tur dağı Allah'ın bir bakışıyla yerinden oynayıp param parça oldu. Üç gün içinde celal güneşiyle on yedi defa bana tecelli edince zayıf vücudum nasıl sarsılmasın!" S. 41. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, A.Y.No. 3905.
    8-İbn Haldun, Rafıziler'in imamet konusundaki inançlarına işaret etmektedir. Onlara göre mutlaka masum bir imamın bulunması ve onu da masum bir imamın izlemesi gerekir. Rasûlullah'tan sonra din ve dünya idaresi bu Ģekilde ancak masum imamlarla olur. Böylece insanlar ihtilafa düşmekten kurtulur ve işleri mutlaka yanılma ihtimali bulunan içtihada kalmamış olur. Bu görüşün yanlışlığı açıktır. Çünkü Rasûlullah'tan sonra masum bir kimse yoktur. Şia'nın masum olduklarını iddia ettikleri imamlarının da birçok yanlışları olmuştur ki şia da bunu kabul eder veya takiyye olarak yahut korkudan işlediklerini söyler.
    9- İbn Haldun, Mukaddime 875-877
    10- Hutatu'l-Makrizi, 489
    11- Futuhatı Mekkiyye, 2/9
    12-Dr. Mustafa Kamil eş-Şeybî, Age. 209. Tasavvufun şia'dan alındığını İbn Arabi'nin şu sözleri de açıkça göstermektedir: "Ali Allah'ın verdiği ve başkaların bilemediği ilim sahiplerindendir."
    Futuhatı Mekkiyye, 1/260. İbn Acibe de İkazu'l-Himem fi şerhi'l-Hikem kitabında şöyle der: "Tasavvuf ilmi vahiy ve ilham ile Allah'ın rasûlü tarafından kurulmuştur. Cebrail önce şeriatı getirdi, şeriat
    yerleşince arkasında hakikatı getirdi. Onu da sadece bazılarına verdi. Tasavvuf konusunda ilk defa söz eden ve ortaya çıkaran Ali'dir. Hasan el-Basri ondan almıştır." S., 1/5,

    www.islamhouse.com adresinden alınmıştır.
    Sayfa başına dön Aşağa gitmek
    e-mir
    Admin
    Admin
    e-mir
    Yaş :
    Kayıt tarihi : 02/02/09
    Mesaj Sayısı : 1596
    Nerden :
    ŞİİLİKLE TASAVVUFUN ORTAK YÖNLERİ Vide
    http://www.rahmet.yetkin-forum.com
    MesajKonu: Geri: ŞİİLİKLE TASAVVUFUN ORTAK YÖNLERİ ŞİİLİKLE TASAVVUFUN ORTAK YÖNLERİ Icon_minitimeÇarş. 10 Şub. 2010, 19:24

    b- Dinin zahiri ve batını vardır inancı:

    Dinin bir zahiri bir de batını olduğu konusunda şia ile tasavvufçuların inancı aynıdır. Zahir, avam halkın nasların zahirinden hemen anladığı manadır. Batın ise, naslardan kastedilen ve hakiki ilim kabul edilendir ki, onu da ancak imamlar ve veliler bilir. Mesela Allah'ın "Namazı kılınız ve zekatı veriniz" sözündeki zekattan maksat, şeri ölçü ve şartları belirtilen zekatı mallarınızdan verinizdir. Âyetin zahiri anlamı budur.

    Ama şia ve tasavvufçular Kur'ân ve hadisin zahirinden avam halkın (şii ve tasavvufçu olmıyan diğer müslümanların) anladığı mananın imamları ve velileri ilzam edemiyeceği, çünkü imam ve velilere kastedilen manaların nazil olduğu inancındadır. Zaten şia Muhammed'in Kur'ân'ın lafzını, Ali'nin ise tefsirini getirdiğini söylemektedir. Ondan sonra da Kur'ân'ın manasını ancak imamların bildiğini iddia ederler. Bunu mantıklı göstermek için de
    Kur'ân'ın bir zahiri, bir de batını olduğunu, zahirini avamın, batın manasını ise ancak imamların ve velilerin bildiğini söylerler. Mesela yukarıda geçen "Namaz kılınız" sözünden
    maksadın masum imama biat etmek, "Zekatı veriniz" sözünden maksat da imama karşı samimi ve itaatkâr olmak demektir" derler.

    Her iki tarafın iddia ettiği ve inandığı şeylere uygun düşmesi için de Kur'ân âyetlerini heva ve heveslerine göre açıklamışlardır. Tasavvufçular nasların bu şekilde batınî tarzda açıklanmasına hakikat, diğer zahiri tarzda açıklanmasına da şeriat adını vermiş, hakikatin velilere, şeriatın avam halka olduğunu söylemişlerdir. Bu yolla Kur'ân ve hadis naslarını oyunacağa çevirmiş ve sapık inançlarına uyması için canları istediği şekilde açıklamışlardır.

    İnsafla söyliyelim, "tîn"in Rasûlullah, "zeytun"un Ali, "Tûrisinîn"in Hasan, "Hâze'l-Beledi'l-Emîn"in Hüseyin olmasıyla ne ilgisi vardır?

    Yine "Meraca'l-Bahrayni Yeltakiyan" âyetinden maksadın Ali ve Fatıma, "Yahrucu Minhuma el-Lu'luu ve'l-Mercan" âyetinden maksadın Hasan ve Hüseyin olması nasıl makul olabilir?

    Dr. Kamil eş-Şeybî her iki tarafın bu nevi sapık tevillerine kitabında bir bölüm açmış ve birçok misaller getirmiştir. Onlardan bazılarını buraya örnek olarak alalım. Şöyle der:
    "El-Havasârî bu nevi te'villerden birtakım misaller nakletmiştir. Mesela abdesti imama bağlılıkla, teyemmümü hüccet olan imamın yokluğu halinde onun yerine mezun olan kişiden almakla, namazı konuşanla -ki bu da rasuldür-ihtilamı (uyurken cünup olmak) kasıtsız sırrı yabancıya açmakla, guslü ahdi tazelemekle, zekatı anlayışlarındaki dini öğrenerek nefsi tezkiye etmekle, Kabe'yi Peygamberle, kapıyı Ali ile, Mikat ve Telbiyeyi çağırana icabet etmekle, Kabe'yi yedi defa tavafı yedi imama taraftar ve bağlı olmakla, cenneti vücutların tekliflerden rahat etmesiyle, cehennemi mükellefiyetleri yerine getirerek meşakkat görmekle [13], tefsir etmenin din ve mantıkla ne ilgisi vardır? Bütün bunlar dinin bir şahsa itaat, namaz ve zekatın birtakım şahıslardan kinaye olduğunu söyliyen Gulat (aşırılar)'ın söylediklerinden ibaret olduğunu söylemeye götürmüyor mu?

    Bilindiği gibi İsmailiyye fırkası imam olmamalarına rağmen nakiplerin Allah'ın desteğini aldıklarını, imamların sayısı yedi olduğu gibi her zaman bunların sayısının on iki
    olduğunu, her imam zamanında bunların yer yüzüne dağıldıklarını ve yeri onların idare ettiklerini söylemektedir.[14] İsmailiyye fırkasından Ebu Yakub es-Sicistani, Peygamberin ilim mirasının vasiye, ondan da imama, ondan da hüccete intikal ettiğini söylemektedir.[15]

    Makrizi'nin şu ifadeleriyle mesele daha da açıklık kazanmaktadır: "İmamın varlığı ruhani alemdedir. Ona maarifte riyazat ile ulaşırız."[16] Bu manayı İsmailiyye'den olan es-Sicistani şu sözleriyle dile getirmektedir: "Bu ilimler habeşi veya hintli olsun, müstahakkına ancak riyazatla ulaşır."[17] Bütün bunlarla te'vilin hakikatine akli riyazat yolu ile müridin ulaşması sağlanır -ki imamın sahip olduğu ilme nazip veya hüccetin ulaşma yolu da budur- şeklindeki İsmailiyye'nin suluk düşüncesi açıklık kazanmaktadır. Tasavvufta kişilerin akli riyazat ve mücadeleye ne kadar çok yer verdikleri herkesin malumudur.

    Bu anlayışların tasavvuftaki anlayış ve ilkelere ne kadar paralel olduğu açıktır. Oryantalist Goldziher bunu farketmiş ve her iki tarafın anlayışını dile getiren Mevlana'nın şu ifadelerini misal olarak nakletmiştir.
    "Şunu bilki Kur'ân'ın âyetleri kolaydır. Ancak kolaylığına rağmen ardında çok gizli ve saklı bir anlam bulunmaktadır. Bu gizli manaya üçüncü bir mana bağlıdır ki güçlü anlayış ve derin kavrayış karşısında aciz kalır. Dördüncü manayı, benzeri olmıyan ve yeterliliği büyük
    Allah'tan başkası ihata edemez. Bu şekilde ardı sıra sıralanan yedi manaya ulaşıyoruz. Onun için oğulcuğum, şeytanların Âdem'den ancak çamurdan yaratılan bir yaratık oluşunu görmeleri gibi, zahiri manayı anlama ile kayıtlı kalma. Kur'ân'da zahiri mana Âdem'in vücuduna benziyor. Ondan gördüğümüz, gizli ve saklı ruhu değil, zahiri şeklidir."[18]

    Nasların zahir ve batın anlamları olduğu inancına dair Dr. Ebu'l-Ala' el-Afîfî şöyle demektedir: "Kaynağı itibariyle şeriat-hakikat ikilemi, şeriatın zahiri ve batını ikilemine racidir. İslâm'ın başında müslümanlar bu ayırımı yapmadıkları gibi böyle bir şeyi yapanları tekfir etme de sözkonusu olmamıştır. Bu ayırım her şeyin zahir ve batını olduğu gibi Kur'ân'ın, hatta Kur'ân'dan her âyetin ve her kelimenin bir zahiri bir de batını olduğunu söyliyen şia ile başlamıştır. Batın (gizli) Kur'ân'ın sırlarını kendilerine açtığı ve bu lütfula mükafatlandırdığı Allah'ın kullarından havassa ancak açık olur. Onun için Kur'ân'ın tefsir ve te'vilinde şia'nın özel bir yolu olmuştur. Bu yol Kur'ân âyetlerinin ve din hükümlerinin batıni tarzda te'villerinden ve başka yollarla saliklere görünen gaybi manalarda oluşmaktadır.
    Şia buna batın ilmi adını vermiş ve iddialarına göre Rasûlullah onu Ali'ye, o da kendilerine varisler adını verdikleri batın ilim ehline miras bırakmıştır.

    Tasavvufçular da bu tarz te'vil yolunu izlemiş ve şia'nın terim ve yollarını büyük ölçüde kullanmışlardır. Bütün bunlardan şia ile tasavvuf arasındaki sıkı bağlar ve büyük benzerlik anlaşılmaktadır."[19]

    Tasavvuftaki Allah'ta fena bulmak ve onunla ittihad inancı da tümüyle İsmailiyye-Batınıyye inancına dayanmaktadır. İmamlarının Allah'ın görünen tezahürü ve temsilcisi olduğunu batıniler söylediği gibi tasavvufçular da açıkça Allah olduklarını söylemektedirler. Bu inancın Gulatı şia'dan başladığı, İsmailiyye fırkasının bunu düzenleyip felsefesini yaptığı ve tasavvufçuların bunu onlardan iktibas ettiği açık bir gerçektir.[20]

    13- el-Havansari, Ravdâtu'l-Cennât, 731
    14- Hutatu'l-Makrizi, 2/231, 233
    15- Ebu Yakub es-Sicistani, Keşfu'l-Mahcub fi şerhi Kasideti'l-Curcani, 65
    16- Hutatu'l-Makrizi, 2/233
    17- Keşfu'l-Mahcub fi şerhi Kasideti'l-Curcani, 92
    18- Goldziher, el-Akide ve'ş-Şaria fi'l-İslâm, 216
    19- Dr. Ebu'l-Ala' el-Afifi, et-Tasavvuf ve's-Sevratu'r-Ruhiyye fi'l-İslâm, kitabına bakınız
    20- Batınıyye-İsmailiyye'de aklı evvel, ilahi akıl, insanda hulul ve ittihad konusunda bilgi için bakınız. Abdurrahman Abdulhalik, el-Bikru's-Sufi
    Sayfa başına dön Aşağa gitmek
    e-mir
    Admin
    Admin
    e-mir
    Yaş :
    Kayıt tarihi : 02/02/09
    Mesaj Sayısı : 1596
    Nerden :
    ŞİİLİKLE TASAVVUFUN ORTAK YÖNLERİ Vide
    http://www.rahmet.yetkin-forum.com
    MesajKonu: Geri: ŞİİLİKLE TASAVVUFUN ORTAK YÖNLERİ ŞİİLİKLE TASAVVUFUN ORTAK YÖNLERİ Icon_minitimeÇarş. 10 Şub. 2010, 21:26

    c- Kabirlerin kutsallaştırılması ve ziyaretgâh edinilmesi:

    İslâm âleminde görülen, kabirleri kutsallaştırma ve ziyaret etme de şia'yı taklitten başka bir şey değildir. Şirke araç ve yol olmaması için İslâm, kabirler üzerine yapılan tapınakları ve binaları yıktığı halde, onlar üzerine bina ve mescid yapmayı ilk defa şia başlatmıştır. Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: "Allah yahudi ve hıristiyanlara lanet etsin, peygamberlerinin ve salih kişilerinin kabirlerini mescid yaptılar" (muttefekun aleyh).

    Sahih-i Müslim'de şu olay kaydedilmektedir: "Ali, Ebu'l-Hiyac el-Esedî'yi Yemen'e gönderir ve kendisine şöyle der: Rasûlullah'ın beni gönderdiği bir iş için seni gönderiyorum. Yerden yüksek ne kadar kabir varsa yık ve ne kadar heykel varsa yerle bir et."

    Ancak şia Ali, Hüseyin ve ehl-i beytten imam diye adlandırdıkları kişilerin kabirlerini yükseltmiş ve üzerinde binalar yapmışlardır. Onlar üzerine yüksek kubbeler ve sandukalar yaparak ziyaret ve anıt haline getirmişlerdir. Nitekim İhvan-ı Safa risalelerinde, şia'dan
    kıssacı ve bekçi gibi birtakım kişiler bunu bir kazanç yolu yaptıkları, türbedarlık ve kabir ziyaretini kendilerine şiar edindikleri anlatılmaktadır.[21]

    Kabirler üzerine bina yapmak, kabirleri kutsallaştırmak ve bunu şiar edinmek hicri üçüncü asrın başlarında olmuştur. Ancak Abbasi halifelerinden bazıları şia'nın uydurduğu ve yükselttiği, bu kabirleri yıkmaya başlamış ve karşı çıkmıştır. İbn Kesir el-Bidaye ve'n-Nihayede Abbasi halifesi el-Mutevekkil'in hicri 236 yılında Hüseyin'e nisbet edilen kabri ve etrafındaki ona bağlı bütün yapıları yıktırdığı ve üç günden sonra orada kimi bulursa öldürüp kabre koyacağını ilan ettiği, sonunda orada kimsenin kalmadığı ve tarlaya dönüştürüldüğü kaydedilir.[22]

    Bu kabir şia-İsmailiyye fırkasından Mirza'nın kabri olup onu sık sık ziyaret eder, daha sonra imamlarının kabirlerini ziyaret için Selemiyye'ye [23] giderlerdi.[24]

    Ondan sonra tasavvufçular aynı yolu izliyerek kabir ve yatırları ziyaret etmeyi, etrafını tavaf edip taşı, toprağıyla teberruk etmeyi, içinde yatan ölülerden yardım istemeyi kendilerine şiar edindiler. Tasavvufun meşhurlarından Maruf el-Kerhi'nin kabrini kendilerine ziyaretgâh yaparak, "Maruf'un kabri denenmiş bir panzehirdir" dediler.

    Hatta tasavvufçular bu kabirleri bina etme ve yükseltmeyi, onları kutsallaştırıp yüceltmeyi, onları ziyaret etmesi için insanları teşvik etmeyi, etrafında tavaf yapmayı, sandukalarla kaplamayı ve türlü örtülerle örtmeyi, taşı toprağıyla teberruk etmeyi ve Allah yerine onlara dua edip medet ve yardımı onlardan istemeyi, dinlerinin bir temeli ve görevi yapmışlardır. Denilebilir ki taraftarları ve izleyicileri bulunan hiçbir tasavvuf şeyhi ve meşhuru yoktur ki kabri üzerine bir kubbe, bir sanduka yaptırmış ve orayı bir makam haline getirmiş olmasın. Bu Ģekilde İslâm'ın savaş açtığı ve kökünü kuruttuğu eski cahiliyye şirkini tekrar diriltmişlerdir.

    21- Resailu İhvani's-Safa, 4/119
    22- el-Bidaye ve'n-Nihaye, 1/315
    23- Suriye'nin dağlık bölgesinde bir köy. Geçmişte ve bugün Batınıyye fırkasının önemli merkezlerindendir. Günümüzde İsmailiyye fırkasının karargâhı sayılır.
    24- el-İber, 3/361
    Sayfa başına dön Aşağa gitmek

    ŞİİLİKLE TASAVVUFUN ORTAK YÖNLERİ

    Önceki başlık Sonraki başlık Sayfa başına dön
    1 sayfadaki 1 sayfası

    Bu forumun müsaadesi var: Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
    Allah'ın Selamı, Rahmeti ve Bereketi Hidayete Tabi Olan Kullarının Üzerine Olsun... :: DİNİ KONULAR :: Tasavvuf -