önce bir iddia.cevabı ise aşağıda. Âdem (as) cennette iken, "Levh-i Mahfuz"a baktı. Dünyaya inerse soyundan Muhammed Resulullah (s.a.s.) isminde bir peygamber geleceğini öğrendi. Böyle bir peygamberin babası olma şeref ve saadetini kaçırmamak için kendisine yasaklanan ağaca yaklaştı ve meyvesinden yedi. Onun için önemli olan dünyaya inmek ve Muhammed (s.a.s.)'in dünyaya gelmesine imkan tanımaktı. Cennette bulunması yahut bulunmaması ise onun için önemli değildi... Şeklinde bir görüş de vardır. Bursa Emir Sultan Türbesi'nde bulunan bir levhada bu düşünceler şu kıt'a ile dile getirmiştir: "Gubar-ı payine almam cihanı ya Rasulallah Değişmem mûyine heft asümanı ya Rasulallah Duyunca makdem-i teşrifin Adem sulb-i pakinden Değişti habbeye bağ-ı cinanı ya Rasulullah" (Kıt'a bugünkü dilimizle şöyle ifade edilebilir: Ey Allah'ın Peygamberi ayağının tozu karşılığında dünyayı verseler almam. Bir tek tüyünün karşılığında yedi kat göğü vermeğe çıksalar yine değişmem. Adem, temiz soyundan Senin geleceğini ve dünyaya şeref vereceğini öğrendiği zaman cennet bağını bir tek taneye değişmiştir ey Allah'ın Peygamberi. Kıt'a Hafız Muhammed Tevfik imzasını taşıyor)
el cevap Bu kıt'ada, Rasulullah Efendimiz'e duyulan sevgi dile getirilmiştir. Şiir olarak, duygu olarak güzeldir, fakat hakikat böyle değildir.Âdem (as) o ağacın meyvesini [rasulullah doğabilsin diye] cennetten çıkabilme maksadıyla değil, yediği takdirde melek olacağı yahut edebi hayatı elde edeceği düşüncesiyle yemişti. Kur'an'da anlatılan da budur. Araf Suresi 19. (Allah buyurdu ki) : Ey Adem! Sen ve eşin cennette yerleşip dilediğiniz yerden yeyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın! Sonra zalimlerden olursunuz. 20. Derken şeytan, birbirine kapalı ayıp yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve: Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedi kalanlardan olursunuz diye yasakladı, dedi. 21. Ve onlara: Ben gerçekten size öğüt verenlerdenim, diye yemin etti. 22. Böylece onları hile ile aldattı. Ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü. Ve cennet yapraklarından üzerlerini örtmeye başladılar. Rableri onlara: Ben size o ağacı yasaklamadım mı ve şeytan size apaçık bir düşmandır, demedim mi? diye nida etti. 23. (Adem ile eşi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz. 24. Allah: Birbirinize düşman olarak inin! Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşme ve faydalanma vardır, buyurdu. 25. "Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve orada (diriltilip) çıkarılacaksınız" dedi.
Cennetten çıkmayı ve dünyaya inmeyi isteseydi. Cenab-ı Hakk'a arzeder, sebebini beyan ederdi. Bu yol daha makbul, daha memnuniyet verici olurdu. Allah'ın çizdiği hudut çiğnenmez, ezeli ve ebedi düşmana fırsat verilmez, affedilmek için bunca gözyaşı dökülmezdi. Kaldı ki Adem (as) tevbesini arzederken böyle güzel bir mazereti ortaya koymaktan aciz değildi.
Günlük hayatta anlatıla anlatıla kanıksadığımız, bu sebeple de farklı düşünme biçimleri tıkanmış bir takım yaklaşımlar söz konusudur. Bu görüş ve duruş sahiplerinin toplumdaki eşsizleştirilmiş konumları, onların söylediklerini de; aynı şekilde eşsiz hatta saygı duyma noktasında kutsallaştıran bir seviyeye çıkarır. Eğer bu anlayışlara bir eleştiri ortaya koyacak olsanız hemen bir refleksle çeşitli tevil yöntemlerine başvurarak konu saptırılır.
Halbuki topluma mal olmuş ifadelerin ne kadar şiirsel bir anlatımı ve bu anlatımların tevile müsait yönleri olsa da içinde bulunduğu fikir kulvarının genel kabulleri çerçevesinde değerlendirilmesi gerekir. Özellikle felsefi ve sanal konularda, dayanılan bir sıfır noktası bulunmadan serdedilen aşkın ifadelerin ifade sahibini bağlaması en tabii kabuldür.
Bu durum tasavvufi anlayışta karşımıza sıklıkla çıkmaktadır.
Yazımızda konuyu dağıtmadan toplumumuzda hemen herkesin bildiği tasavvuf çizgisinin, “Allah (CC) ile olma” ve “cennet” konusunda genel kabulü olan birkaç örneği kaynakları ile aşağıda belirttikten sonra Adem (AS)’nin cennetten kovuluş gerekçesini açıklayan ayetlere yer verip, ardından da sualimizi soracağız
“Bir gün Zünnun Mısri ağlardı, yaranları sebebini sordular. Dedi ki: Bu gece düşümde Tanrıyı gördüm -Ya Zünnun halkı yarattım, on bölük oldular. Dünyayı bunlara gösterdim. Dokuz bölüğü dünyayı istediler. Bir bölüğü daha on bölük oldular, cenneti bunlara arzeyledim. Dokuz bölüğü cenneti istediler ve bununla müteselli oldular. Onlar dahi on bölük oldu. Bunlara cehennemi gösterdim korkdular dağıldılar. Bir bölük kaldı. Bu bir bölük ne dünyaya ne de cennete aldandılar, ne de cehennemden sakındılar.
Ben dedim, "Ey kullarım! ne dilersiniz?"
Cümlesi "Bizim dilediğimizi sen bilirsin." dediler Yani Cenab-ı Hakk’ın rizasını istediler.
……
Yahya Bin Muaz müşahedesini şöyle anlatıyor:
“Beyazid Bestamî yatsı namazından sonra fecrin doğuşuna kadar ayakları üzerinde başı göğsüne dayalı olarak ubûdiyet makamında duruyordu. Seher zamanı secdeye vardı. Sonra başını kaldırdı. Allah Teâlâ ve tekaddes hazretlerine karşı şöyle niyazda bulunmaya başladı:
İlahî! Bir kavim Senden dilediler. Su üzerinde ve havada yürümeyi verdin. Buna razı oldular. Ben bundan Sana sığınırım. Bir kavim Senden az bir zaman içinde çok büyük mesâfelerin aşılmasını istediler. (Tayy-ı mekân olmağı) verdin, razı oldular. Ben bundan gene Sana sığınırım. Ve bir kavim yerin hazinelerini istediler, verdin. Ben yine Sana sığınırım, Bir kavim Hızır’ı istediler verdin, diyerek evliyanın kerametlerinden yirmisekizini saydı. Sonra döndü beni gördü Yahya! deyince “Buyurun”dedim, “Ne zamandan beri buradasın?” dedi. “Deminden beri” dedim Sükut etti “Bir şey söylemez misiniz?” dedim “Sana yarayacak bir şey söyleyeyim” dedi, ve şunları anlattı:
“Allah Teâlâ beni aşağı aleme indirdi. Aşağı melekût içinde beni dolaştırdı. Yerin tabakalarını ve bunların altını gösterdi. Sonra beni yüksek âleme geçirdi ve semâvâtı gezdirdi. Cennetlerde olanı arşa kadar gösterdi. Sonra beni önünde durdurdu. Aşağı ve yukarı âlemlerde ne gördün ise söyle bunları sana bağışlayayım” dedi.
“Hoşuma gidecek bir şey görmedim ki Senden dileyeyim,” dedim
-Sen Benim hakkıyla kulumsun, doğrulukla bana taparsın, dedi.
Yukarıdaki pasaj “Altınoluk Sohbetleri - 1”; Sadık Dana ; Erkam Yayınları; Teslimiyet bölümü; sh 80-82 ‘den alınmıştır.