Allah'ın Selamı, Rahmeti ve Bereketi Hidayete Tabi Olan Kullarının Üzerine Olsun...
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Allah'ın Selamı, Rahmeti ve Bereketi Hidayete Tabi Olan Kullarının Üzerine Olsun...

İSLAMİ BİLGİ PAYLAŞIM SİTESİ
 
AnasayfaLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap
Rahmet Forum Son Konular
Konu Yazan GöndermeTarihi
star
starPaz 28 Ekim 2012, 12:04
star
starÇarş. 14 Eyl. 2011, 21:58
star
starSalı 13 Eyl. 2011, 18:41
star
starSalı 06 Eyl. 2011, 19:48
star
starSalı 06 Eyl. 2011, 19:15
star
starSalı 06 Eyl. 2011, 19:02
star
starPtsi 05 Eyl. 2011, 22:51
star
starPaz 04 Eyl. 2011, 13:51
star
starCuma 02 Eyl. 2011, 16:06
star
starCuma 02 Eyl. 2011, 15:45
Similar topics
  • » Barbarlık ve Osmanlı
  • » Osmanlı Milletler Topluluğu

  • Bir Arab'ın Gözünden Son Zamanlarında Osmanlı

    Önceki başlık Sonraki başlık Aşağa gitmek
    Yazar Mesaj
    e-mir
    Admin
    Admin
    e-mir
    Yaş :
    Kayıt tarihi : 02/02/09
    Mesaj Sayısı : 1596
    Nerden :
    Bir Arab'ın Gözünden Son Zamanlarında Osmanlı Vide
    http://www.rahmet.yetkin-forum.com
    MesajKonu: Bir Arab'ın Gözünden Son Zamanlarında Osmanlı Bir Arab'ın Gözünden Son Zamanlarında Osmanlı Icon_minitimeCuma 24 Nis. 2009, 11:21

    Dînî durumla, İslâm inancının müslümanlardaki ne halde olduğunu ve bu inancın doğru esaslarına ne kadar bağlı olupolmadıklarını ifâde etmek istiyoruz.

    İslâm, inanç ve hayat metodu olunca, Muhammed b.Abdülvahhab’ın dâveti de -İslâm’a tâbi olarak- dînî ve siyâsî bir dâvet olmuştur. Durum böyle olunca, bu dâvetin dînî ve siyâsî durumu hakkında konuşup ikisini birbirinden ayırmamak daha uygun olurdu. Ancak biz, konuyu sınırlı tutma ve düzenleme açısından birbirinden ayrı tutmayı tercih ettik.

    Doğrusu müslümaların dînî yönden gerimesi, sadece bu asırda ortaya çıkmış bir şey değildir.Bundan birkaç asır önce, müslümanlar güçlü oldukları parlak dönemlerde, ortadan kaldırdığı diğer dînlerle önceki uygarlıklardan kimi insanlar görünüşte İslâm’a girdi. Fakat bunların İslâm’a girmekteki hedefi, ona hîle ve desîseler yapmaktı.Böylece çeşitli dînî fırka ve mezhepler kuruldu.Bu fırka ve
    mezhepler kendi görüş ve mezheplerini desteklemek için hadisler uydurdular.

    Daha sonra müslümanların hicrî 15. (milâdî 16.) yüzyılda önce hıristiyanlarla, sonra da Moğollarla içiçe yaşamalarıyla birlikte evliyâ ve sâlih kimseleri ilâhlaştırmak, dînî merasimlerinde hıristiyanları
    taklit etmek gibi, bazı putperestliklerin ortaya çıkmasına neden oldu. Buna ilâve olarak, iç karışıklık ve cehâlet yaygınlaşarak dîn ve mukaddesât ile ilgili şeyler hafife alınmaya başlandı.
    Osmanlı Devleti hicrî 12. yüzyılda gerileme dönemine girince - daha önce de belirtildiği gibi-, müslümanlar arasında dînî durum iyiden iyiye kötüye gitmeye başladı. Bu durum, İslâm âlimlerinin özellikle İstanbul ve Ezher âlimlerinin nasıl olursa olsun, eski görüşlere sıkı sıkıya bağlı kalmaları, o dönemde fikrî yönden gelişmeyip hareketsiz kalmasına neden oldu. Yönetimdeki güçler, her türlü ıslahatı çirkin görmeye teşvik ettiler. Çoğu zaman ıslahat isteyeni kâfir saydılar. Nitekim
    Osmanlı Devleti, Muhammed b. Abdülvahhab’ın dâveti ve ıslahatçı hareketini dînden çıkmak olarak kabul etti.

    Buna karşılık Osmanlı Devleti yönetimindeki güçler, bid’at ehline, tasavvufçulara ve akılsız kimselere her türlü fikir hürriyeti tanıdı.Bu kimselerin halk nezdınde değerini yücelterek halkın onların
    evliyâ olduklarına inanmalarını sağladı.


    Abdülmüteâl Sâidî bu konuda şöyle der:
    “Deli Muhammed b. Ebî Bekir el-Mağribî et-Tarablusî (ölümü:hicri 1201/milâdî 1786) kendisinin velî olduğuna inanılan kimselerden birisiydi. İçkili âlemleri sever ve meclisine kadınlar toplanırdı. Bununla birlikte âlim ve değerli insanlar kendisine saygı duyar, kendisi hakkında güzel haberler naklederlerdi.Eyâlet vâlileri de onun referansını reddetmezlerdi.”

    Abdülmüteâl Sâidî bu konuda başka bir örnek vererek şöyle der:
    “Şeyh Bekrî (ölümü:hicrî 1207/milâdî 1792) önceleri deliydi. Sokaklarda başı açık ve baldırı çıplak bir halde dolaşırdı. Mısır halkı her deliye inandıkları gibi bunun da velî olduğuna inanmaya ve ona
    kerâmetler nisbet etmeye başladılar.”

    Tarihçi Abdurrahman Cebertî “keçi kıssası” ile ilgili olarak Mısır’daki Nefîse Hanım’ın türbesine hizmet eden birisinin, Nefîse Hanım’ın türbesine bir keçi getirmiş ve Nefîse Hanım’ın bu keçi hakkında iyi şeyler tavsiye ettiğini iddiâ etmiş, insanlar da bu keçiye kerâmetler nisbet ederek ona kıymetli hediyeler göndermişlerdi.

    Tasavvuf tarikati şeyhlerinin câhil halk ile yönetimdeki güçler nezdinde yeri çok büyüktü.Böylelikle şarkıcılarla çalgılar edinmek, bayraklar ve büyük tesbihler edinmek,zikir çekerken ve şarkı söylerken sesi yükseltmek, tarikat şeyhine tâzim gösterip ellerini öpmek ve ondan bereket ummak gibi tavavuf tarikatlarının düştükleri her türlü bid’atları halk arasında kolayca yaymaya başladılar.

    Merkezî yönetim tarafından tasavvuf tarikatlarının nüfûzunun yayılması, bizzat müslüman âlimler tarafından desteklenmekteydi.Tasavvuf tarikati şeylerinin nufûzu öyle bir noktaya ulaştı ki onlardan birkaç tanesi belirli bir dönem Ezher şeyhliğine bile getirildiler.

    Bunun yanında Osmanlı Devleti'nin hâkim olduğu bölgelerin tamamı ile diğer müslüman ülkelerde insanlar arasında yaygınlaşan bid’atlar tevhîdin özüne işlemişti. Bu sebeple çeşitli ülkelerde, evliyâ
    ve sâlih kimselerin türbelerinin üzerine kubbeler yapılması yaygınlaşmış, yalvarmak, yardım dilemek, kurban kesmek, adak adamak ve şefaat istemek gibi, Allah’tan başkasına yapılması câiz olmayan şeyleri, insanlar türbelerde yatanlara yapmaya başlamıştı.Çoğunlukla bu türbelerin yanında her türlü çirkinlikler yapılmakta idi. Bu türbeler, Osmanlı Devleti'nin değişik eyâletlerinde, bizzat merkezî yönetimin desteğiyle yaygınlaşarak çoğalmaya başladı.

    Genel olarak İslâm dünyasının her yerinde ve şehrinde türbe ve kabirler yaygınlaşmış, bununla da yetinilmemiş, İslâm’dan önceki ilk câhiliye devrinde olduğu gibi, insanlar cansız varlıklarla bitkileri
    bile kutsallaştırmışlardı.

    Hatta kabirlerde yatan ölülere ibâdet edenler öyle bir hâle geldiler ki, onların âlimleri, bu kabirleri haccetme ve onların yanında bid’atlar düzenleme hakkında câhil halka kitaplar yazarak bu kitaplara “Yatırları hac etmek ve uyku, uyanık ve buna benzer hallerde Peygamber-sallallahu aleyhi ve sellem-’den imdât dileme menâsiki ” adını verdiler.

    Müslümanların dînî hayatlarını kötü yönde etkileyen bid’atlardan birisi de “Mahmel/Hevdec” * bid’atı idi.
    Osmanlılar, kendi vâlileri tarafından devenin üzerine kurulmuş ve içerisinde Kâbe'nin örtüsü bulunan bir hevdeci her yıl Mekke’ye göndermeyi âdet haline getirmişlerdi. Kâbe'nin örtüsünü taşıyan deve çeşitli süslerle süslenir, davullar ve zurnalar eşliğinde tören alayı şeklinde Mekke-i Mükerreme’ye gelirdi. Bazı insanlar, bu örtüye tâzim göstermenin de ötesinde ona bereket ummak amacıyla el-yüz sürer ve onu öperlerdi. Bütün bunları, uyulması gereken bir farzmış gibi gösterdiler. Nitekim bazı câhiller, bu hevdecin haccın farzlarından birisi olduğunu zannederlerdi.

    Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in doğum gününü kutlamak ve bu merasimlerde gerçek İslâm’ın özünden tamamen uzak olarak yapılan şeyler, bu bid’atlardandır.
    Osmanlıların bu ve buna benzer bütün bid’atlerle İslâm dînine verdikleri önemi kaybettiklerini ve tabiyetinde yaşayanların gönüllerine yerleştirmesi gereken gerçek İslâm dînine gereken önemi vermediklerini görmekteyiz.

    Muhammed Hâmid Fakkî bu konuda şöyle der: “Osmanlıların İslâm dînine verdiği önem, câmileri süslemek, Kur’anları yaldızlarla süslemek, "Delâilul-Hayrât" kitabı ile (Bûsîrî’nin) "Kaside-i Bürdesi"nin basımını yenilemek ve buna benzer şeyler yapmaktan ibâretti.”

    Hakikat şu ki dîndeki bu bid’atların yaygınlaşması, sadece Osmanlı Devleti'nin eyâletlerine has olan bir durum değildi. Aksine diğer müslüman bölgelerin tamamına yayıldı. Evliyânın kabirlerinin üzerine kubbeler yapma ve buralardan bereket umma bid’atının yanında müslüman bölgelerde bid’atlarıyla birlikte birçok tasavvuf tarikatları yaygınlaştı. Örneğin Mağrib ve Afrika’nın batı taraflarında müslüman kabîleler arasında Ticânî tarikatı, Rusya’ya komşu olan Türkistan müslümanlarında Nakşibendî tarikatı yaygınlaştı.

    Hindistan ve Endonezya’da ise en önemlileri Nakşîbendîlik ve Çeçîniye tarikatı olmak üzere birçok tasavvuf tarikatı yaygınlaştı. O dönemdeki İslâm dünyasının dînî durumu hakkındaki
    sözümüzü Amerikalı bilim adamı Lothrop Stoddard’ın şu tasviriyle noktalayalım:

    Lothrop Stoddard der ki:
    “Dîne gelince, üzerini siyah bir örtü kaplamış ve risâletin sahibi Muhammed-sallallahu aleyhi ve sellem-’in insanlara öğrettiği vahdâniyyetin üzerine hurâfeler ve tasavvuf safsataları giydirilmiş, câmiler namaz kılanlardan boşalmış ve âlim olduklarını iddiâ eden câhiller çoğalmıştı. Bâtıl ve şüpheli şeyleri insanlara hak gösteriyor, onları evliyânın kabirlerini haccetmeye teşvik ediyor ve kabirde
    yatanlardan şefaat aramayı onlara güzel gösteriyorlardı.”

    Lothrop Stoddard devamla şöyle der :
    “Genel olarak müslümanlar, müslümanlar olmaktan çıkıp aşağılık bir duruma düşmüşlerdi.Risâletin sahibi Muhammedsallallahu aleyhi ve sellem- o asırda tekrar dönse ve İslâm’ın başına gelenleri görmüş olsaydı, gazaba gelir ve dînden dönenlerle putlara tapanlara lânet edildiği gibi, müslümanlardan lâneti hak edene lânet ederdi.”

    *Hevdec: İçerisinde kadınların oturması ve güneşten korunması için devenin üzerine çadır
    şeklinde yapılmış bir palandır. (Çeviren).

    Prof. Dr. Muhammed es-Selmân, MUHAMMED B. ABDULVAHHAB'IN DÂVETİNİN HAKİKATİ VE BU DÂVETİN İSLÂM DÜNYASINDAKİ ETKİLERİ adlı kitabından bir bölüm.
    www.islamhouse.com
    Sayfa başına dön Aşağa gitmek

    Bir Arab'ın Gözünden Son Zamanlarında Osmanlı

    Önceki başlık Sonraki başlık Sayfa başına dön
    1 sayfadaki 1 sayfası

    Bu forumun müsaadesi var: Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
    Allah'ın Selamı, Rahmeti ve Bereketi Hidayete Tabi Olan Kullarının Üzerine Olsun... :: DİNİ KONULAR :: Tasavvuf -