....Endülüs tasavvuf düşüncesinin ilk temsilcilerinden olan Muhammed İbn Meserre (319/931)'nin bu konudaki düşünceleri, o dönemdeki tevessül anlayışını yansıtması açısından dikkat çekicidir. İbn Meserre'ye göre Allah'a yakın olmayı, O'ndan uzaklaşarak istemek en büyük ve en kalın perdedir. Allah kendisine şah damarından daha yakın iken, O'nun dışında bir sebep arayan O'ndan uzaklaşmış olur. Allah'ı zikredenler, yalvarıp yakaranlar, O'nu sevme konusunda tevessülden uzak dururlar. Allah'tan başkasını vesile edinmek insanı O'na ulaştırmaz. Zira Allah ile kul arasında Allah'ı bilmemek ve O'nu tanımamak dışında hiçbir mesafe yoktur. Allah kendisini bildirdiği şekilde tanınmalıdır. Allah'tan uzaklaşma, O'nu bilmemenin, mesafeleri geçip talebi görmek ise niyeti bozmanın bir cezasıdır. Zira Allah'tan uzaklık, kullara verilen en büyük cezadır.(33)
...Nakşibendiyye şeyhlerinden Mevlâna Yakub Çerhî (847/l443)'nin anlattığı bir olay konuya açıklık getirmesi bakımından zikredilmeye değer: "Medine'de bir âlim görmüştüm, Şunu söylüyordu: Allah Kur'ân'da "Bugün sizin dininizi ikmâl ettim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım” (39)buyuruyor. Bundan anlaşıldığına göre Kitap ve Sünnet ile amel kâfidir, insanın şeyhe neden ihtiyacı olsun? Bu sözü Bahaeddin Nakşibend'e söyledim. Beni dinledi ve; (çok güze! söylemiş) dedi.” (40)
Yukardaki ikisi ne kadar doğru ve mantıklı, keşke bunlarla amel etselerdi. Ama onlar aşağıdakileri de söylemekten çekinmediler.
...Şeyhin, müridler ile Allah arasında gaye değil vasıta olduğunu anlatan bir çok haber vardır. Nakşibendiyye tarikatı şeyhlerinden Ebu'l-Hasan Harkani (424-425/1033)'nin müridlerine tavsiye ettiği şu davranış, bunlardan sadece biridir. Seyahate çıkmak isteyen bazı kimseler Ebu'l-Hasan Harkânî'den yoldaki tehlikelerden kendilerini koruyacak bir dua öğretmesini rica ettiklerinde Harkânî şöyle dedi: "Her hangi bir talihsizliğe uğrarsanız adımı zikredin." Bu cevap onların hoşuna gitmedi. Bununla birlikte yola çıktılar ve seyahat sırasında şakilerin saldırısına uğradılar. İçlerinden birisi velînin adını andı ve şakilerin büyük şaşkınlığını çekecek bir tarzda gözden kayboldu. Şakiler onun ne devesini, ne de ticarî eşyasını bulabildiler. Ötekiler ise bütün elbise ve mallarını kaptırdılar. Ülkelerine döndüklerinde şeyhten bu sırrı açıklamasını rica ederek şöyle dediler: "Hepimiz Allah'a yalvardık, yakardık, ama sesimizi duyuramadık. Senin adını anan kimse ise soyguncuların gözleri önünde kayboldu." Şeyh de bunun üzerine şunları söyledi: "Siz Allah'a şeklen yalvarıyorsunuz. Oysa ben, O'nu gerçekten anıyorum. Bundan dolayı siz beni anar ve ben de sizin adınıza Allah 'ı anarsam, dualarınız kabul olur.”(42)
...."Ya Rasulallah! Benim için dua et ve bana şefaat et de şu musibetten kurtulayım" şeklinde bir tevessülün mümkün olduğu, ancak "Ya Rasulallah.” Beni kurtar" diye yapılacak bir isteğin sahibini şirke götürebileceği endişesiyle uygun olmadığı vurgulanır.” (45) Ancak tasavvufi düşüncedeki "vabdet-i vücûd" anlayışında "İnsan-ı Kâmil" in Allah'ın kemâl sıfatları ile muttasıf ve Hak mazharı olduğu için, ruhanî bir tasarrufa sahip olduğu kabul edilir. Bununla beraber gerçek tasarruf eden Allah Teâlâ'dır. İnsan-ı Kâmil bu tasarrufun sadece bir görüntüsüdür. Derviş veya mürid însan-ı Kâmil olarak gördüğü şeyhinden veya tarikat pirlerinden bu şekilde; yani "Ya şeyh! Beni kurtar" diye medet beklerse isteğini Allah'a arzetmiş sayılır. Hareket noktası böyle olunca dînî bir tehlikenin olmadığı sonucuna varıldığı belirtilir.(46)